34,6510$% 0.27
36,4504€% 0.4
2.929,23%0,40
4.949,00%-0,58
19.797,00%-0,35
3223063฿%-3.496
İş insanı Murat Ülker, John Kampfner’in ‘Almanlar Neden Daha İyi Yapıyor: Gelişmiş Bir Ülkeden Notlar’ kitabından aldığı notları aktardığı yazısında Almanya’nın başarısını anlatıyor.
Ülker’in kişisel sitesinde yer alan yazısının tamamı şöyle:
Belki biliyorsunuz, ben İstanbul Erkek Lisesi mezunuyum. Öğrenim dilimiz Almancaydı, Türk Edebiyatı, Yurttaşlık, Din Bilgisi, Milli Güvenlik, Müzik, Resim ve Beden Eğitimi hariç tüm dersler Almanca ve hocalar da Alman’dı. Böyle olunca da Alman kültürüne yakın oluyorsunuz. Almanya’ya çok seferim vardır, çok işler de yaptık. Almanya’ya her gidişimde kendime hatırlatma , Wilkommen in die Kaserne (Kışlaya hoş geldin) derdim, tahammül edebilmek için…
Tabii ki Almanların iş yapış biçimleri, teknolojileri, kuralcılıkları konusunda bilgim var ama çok zamandır başarılarının arkasında yatan nedenleri merak ediyordum. Kabul edelim ki birçok konuda çok başarılı bir ülke, dünyanın gündemini her zaman meşgul ediyor. Almanya’nın başarısının arkasındaki nedenleri öğrenmeye merakımı bilen bir arkadaşım John Kampfner’in ‘Almanlar Neden Daha İyi Yapıyor: Gelişmiş Bir Ülkeden Notlar’ kitabından söz edince çok memnun oldum. Kitap Eylül 2021de piyasaya çıkmış. Türkiye’de Şubat 2022de basılmış.
Kampfner Almanya’da yaşamış, gazetecilik yapmış bir İngiliz gazeteci. Almanya’nın Covid19 salgını sırasındaki başarılarını görünce literatür taramış ve çok sayıda röportaj yapmış, Alman tarihini, kültürünü, kimliğini, ekonomisini araştırmış. Ben size yazarın ağzından olduğu gibi alıntılar yaptım, yorumlarımı ekledim.
Belki yazımı okuduktan sonra ‘Türkler Neyi İyi Yapar?’ konusundaki düşüncelerinizi yorumlarda belirtirsiniz, ne dersiniz?
Bu arada Almanya ‘Länder’ (Türkçede ‘topraklar’ ya da ‘bölgeler’) olarak bilinen 16 eyaletten oluşan bir federasyondur. Almanya’nın şehirlerinden üçü olan Berlin, Hamburg ve Bremen’in ‘şehir eyaleti’ denen kendi toprakları vardır. Geri kalan 13 bölge Almanca’da ‘Flächenländer'(düşük nüfus yoğunluğuna sahip geniş kara parçası) diye adlandırılır. Alman Birliği ancak 1871’de kuruldu.
Kasım 2019’da milyonlar Berlin Duvarı’nın yıkılışının otuzuncu yılını kutladı. Almanlar ülkelerinin yarısını nasıl Demirperde’den çıkarabildiler? İncelemeliyim!
Ekim 2020’de ise Doğu ve Batı Almanya’nın yeniden birleşmesinin üzerinden otuz yıl geçmiş oldu. Modern Almanya’nın ömrünün yarısı korku, savaş ve diktatörlük hikayesiyken, diğer yarısı ise dikkat çekici bir uzlaşı, istikrar ve gelişim hikayesi. Hiçbir ülke bu kadar az zamanda bu kadar başarıya ulaşamadı.
Çağdaş dünyanın çoğu otoriterliğe yenik düşüyor ve demokrasi, güçlü ve en kalabalık ülkeye veya Avrupa’ya karşı intikam dolu kontrolden çıkmış bir başkan tarafından kurban edilirken, bir ülke, Almanya, itidal ve istikrar için bir siper görevi görüyor. İşte bu hikayesini anlatmak istediğim Almanya.
Almanya’nın güçlü bir anayasası var; ülkedeki siyasi tartışmalar daha yetkin, gösterdiği ekonomik performans ise savaş sonrası dönemin çoğu için adeta rakipsiz.
Almanya da birçok sorunla karşı karşıya kaldı. 1960’larda ekonomik gelişmenin bir gereksinimi olan Gastarbeiter ve sonrasında mülteci akını ülkedeki kültürel uçurumu derinleştirdi. Yerleşik siyasi partilere olan inanç azaldı. Özellikle Doğu Almanya’da birçok insan aşırı uçlardaki siyasi yapıların basit sloganlarına yöneldi. Başta Çin’e olmak üzere, ihracata aşırı odaklanma, yaşlanan nüfus ve kötüleşen altyapı nedeniyle ülke ekonomisi yavaşladı. Avrupa’nın ve demokratik dünyanın politik liderliğe şiddetle ihtiyaç duyduğu bir zamanda Almanya, dış politikadan doğan sorumluluklarını yerine getirmekte isteksiz davrandı.
Almanya’da savaştan bu yana dört kritik yıl vardır: 1949, 1968, 1989 ve 2015. Harp sonrası 1945’den 1949’a kadar harap olmuş ve işgal edilmiş bir ülkenin yeniden inşa edilmesi gerekiyordu. Neredeyse tüm kasaba ve şehirler hasar görmüş, birçoğu yok edilmişti. Milyonlarca insan yerinden edilmişti. Savaşı mutlak biçimde kaybetmenin travması ulusal bilince egemen oldu. Müttefikler, özellikle Amerikalılar, ülkenin yeniden ayağa kalkmasını sağladı. Almanya’daki tüm kamusal yaşamın merkezinde, 1949’da onaylanan Grundgesetz (Anayasa) vardır. Bu kanun savaş sonrası yeniden yapılanma ve rehabilitasyonu sağlamıştır. Söz konusu kanun zamana göre değişebilmeyi başardı. Esası zarar görmeden toplamda altmıştan fazla kez değiştirildi (değiştirilebilmesi için her iki meclisin üçte iki çoğunluğu gereklidir).. Alman Anayasası gerçek bir başyapıttır.
Batı Almanya’nın savaş sonrası dönemde yaratılan siyasi yapısı liberal demokrasinin büyük zaferlerinden birisidir. İngilizler bunda üzerine düşeni yaptı; Almanlar tarafından en büyük gurur kaynağı olarak anılacak kadar başarılı bir anayasanın tasarlanmasına yardımcı oldular.
Almanya’nın genç neslinin, aileleriyle geçmiş hakkında yüzleşmek için ikinci kilit olay olan 1968 yılındaki isyanları beklemesi gerekti. Artık sessizliği, eksik ve yanlış öğretilen şeyleri kabul etmek istemiyorlardı. Ülke yine tehlikedeydi. Almanya bir başka uçurumun kenarına kadar geldi ancak bundan demokrasisi güçlenerek çıktı.
Alman bürokrat Thomas Bagger’in belirttiği gibi, savaş sonrası liberal demokratik düzende bir ulusun kimliği, istikrarı ve öz değeri hukukun üstünlüğüne bağlıdır. Savaştan yenik çıkan Almanya’nın sırtını dayayacak hiçbir şeyi kalmadı. Bu yüzden Almanlar sürece, doğru yapmaya tutkuyla önem veriyor, yalapşaplıktan nefret ediyor. Almanya’nın tarihte çok az olumlu referans noktası var. Bu yüzden geriye bakmayı reddediyor. Bu nedenle demokrasiye yönelik her meydan okumayı varoluşsal bir tehdit olarak görüyor.
Almanya halkı kurallara takıntılıdır. Etrafına saygılıdır. Almanya’da kural kuraldır. Mantık aksini önerse bile bürokrasiye saygı gösterilmelidir. ‘Alman toplumu olarak karşılıklı yükümlülük duygusuna, ortak çabaya ve kurallara dayalı bir düzenin iyi niyetli olduğuna dair bir inancımız vardır’ der Almanlar ve ‘kuralların olmadığı yerde güçlü zayıfı sömürür’ diye düşünürler. Onlara göre demokratik bir toplumda devletin rolü, zayıfları güçlülere karşı korumak, zengin ve fakir arasındaki dengeyi yeniden sağlamaktır.
Bence tam da bu bizim modern batı toplumlarından farklı davrandığımız bir husus; bizim anayasalarımız sıkça değişiyor ve yine de değişmesini istiyoruz. Hukukun üstünlüğünden ziyade ‘arzumuza’ göre kanunlar yapıyoruz, hatta onlara torba yasa ismini veriyoruz. Yani herkesin yasalara uymasını değil de sanki bize uyan yasalar peşindeyiz.
Almanlara ‘Neyi İyi Yaparsınız?’ deyince’ dakiklik, doğruluk, eksiksizlik’ diye cevap verenler çok. Bazıları ise şöyle söylüyor: ‘Sertiz ama dürüst ve açık sözlüyüz. Sözümüzü tutarız’. Sert mi, kaba mı tartışılır, 70lerde Zürich’te tanıdığım bir Almanın hastaları ile Almanca, karısıyla Fransızca konuştuğunu görünce, ‘karıma kaba davranmak istemiyorum’ demişti. Sözünü tutmaya gelince 1986’da ilk defa genel müdür olduğumda, birkaç milyon DM’lik bir projede performans garantisi için şartsız banka teminat mektubu istediğimde satıcı, ‘tutacağım bir söz vereceksem tekrar konuşalım’ demişti.
Birçok ülkenin aksine Almanya’da büyük ulusal gün törenleri yoktur. Ülkedeki yegane törenler yerel halka ait kültürel olanlardır. Almanların başka yerlerde kraliyet ve şöhret takıntısı olarak addedilebilecek oldukça az şaşaası vardır. Müttefikler, Nazilikten arındırma, demilitarizasyon ve yeniden yapılanma yoluyla Almanya’nın ‘zamanı sıfırlayabileceği’ fikrini destekledi. Amerikan hükümeti, Avrupa Kurtarma Programı veya Marshall Planı kapsamında, on sekiz Avrupa ülkesine 12 milyar dolar sağladı (bugünkü fiyatlarla 100 milyar dolardan fazlaya eşdeğer). En çok yardımı İngiltere ve Fransa alırken, bu ülkeleri Almanya izledi. SSCB ise kendisi ve kanatları altına yeni aldığı Doğu Avrupa bloku adına parayı reddetti.
Savaş sonrası Almanya’da birçok kamu görevlisinin nazilikten arındırma testini geçerek görevlerine iade edilmeleri sağlandı, emekli maaşları iade edildi. Bir dizi iş dünyası lideri, suç ortaklığı yapan şirketlerin yönetimindeki görevlerine geri dönebildi.
Sadece yirmi dört üst düzey Nazi, Nürnberg’deki Adalet Sarayı’nda yargılandı. On iki kişi ölüm cezasına çarptırılırken on tanesi aynı gün, 16 Ekim 1946’da binanın spor salonunda asıldı.
Nazilerle işbirliğini kabul eden Protestan Kilisesi, ‘bizim aracılığımızla birçok halk ve ülkeye karşı çok sayıda kabahat işlendi’ diyerek günah çıkardı.
Batı Almanya’nın savaş sonrası ilk Cumhurbaşkanı Theodor Heuss bu konuda şunları söylemişti: ‘Pratik olarak tek şansımız var; o da çalışmak.’
1985’te, Nazilerin teslim oluşunun kırkıncı yıldönümü münasebetiyle parlamentoya yaptığı bir konuşmada, (sadece bir yıldır görevde olan) Cumhurbaşkanı Richard von Weizsäcker, o zamandan beri bir Alman politikacı tarafından yapılmış en net suçluluk kabulünü gerçekleştirdi. Tanıdığım Almanların homurdandıklarını hatırlıyorum.
Almanya artık kendi acıları hakkında açıkça konuşabiliyordu, bir aklama aracı olarak değil ancak 1980’lerden itibaren, yeniden birleşmeden, hatta daha öncesinden itibaren kendi suçu hakkında fütursuz bir şekilde konuşabildiği için. Zivilcourage, kendi inançlarınız için ayağa kalkma cesareti okullarda öğrencilere aşılandı. Yasalara uymak bir şeydir ama ya bir ülkeyi yanlış yöne götürürlerse? Öğrenciler kendi başlarına düşünmeye, hayır demeye, gerektiğinde direnmeye teşvik edildi.
Angela Merkel’in yükselişi ve çağdaş Almanya’yı tanımlamada oynadığı rol, yirmi birinci yüzyılın başlarına ait en alışılmadık siyasi hikayelerden biridir. Bir kadın, bir Protestan, eğitimli bir fizikçi ve boşanmış bir kadın olarak bu iş için daha az uygun görünemezdi. Cinsiyeti veya geçmişi hakkında konuşmayı sevmiyordu. Doğu Almanya’daki sistemin içinde sosyalleşti. İnsanların arkadaşlarına ihanet edebileceğinin oldukça farkındaydı. İnsanlardan çok az beklentisi olduğu için nadiren hayal kırıklığına uğruyordu. İçinde bulunduğumuz yüzyılın ilk yirmi yılı boyunca Merkel’in bizatihi kendisinde vücut bulduğu şekliyle güvenilirlik ve sağduyu, çağdaş Alman yaşamının baskın özelliklerinden ikisi oldu. Alman siyasi kültürü, iyi ve kötü olan şeyler için ‘şok emici’ olarak dizayn edildi.
Almanya’nın siyasi sistemi isyancıları absorbe etme konusunda esrarengiz bir yeteneğe sahiptir. En dikkat çekici dönüşüm, Yeşillerden geldi. Yeşiller 1983’te Federal Meclise seçildi. Yeşiller, ana akım siyasete dahil olduklarından beri önemli bir oyuncu oldular.
Yeniden birleşmenin belki de en büyük hatası, Doğu’dan daha fazla insanın üst düzey pozisyonlarda görev yaparak daha geniş kitleler için rol model olmamasıydı.
Şimdi Almanya’da yaşayan her dört kişiden biri, yani yaklaşık yirmi milyon kişi, en az biri Alman olmayan ebeveyni olan bir ‘göçmen geçmişine’ sahip. Nüfusun yüzde 5’ini oluşturan dört milyonun üzerinde Türk kökenli insan var.
Almanlar, ifade özgürlüğünün hayati önemde olduğunu kabul ediyor ve duydukları karşısında yüzlerini ekşitseler bile bunu teşvik etmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Göçün yaklaşık üçte ikisi AB içinden geliyor. Brexit İngiltere’sinden farklı olarak, Almanya nüfusunun Doğu Avrupalılarla üzerlerine düşeni yaptıktan sonra özel bir sorunu olmadı. Etnik Türklerle ilişkiler en zoru oldu. Ama bunu yargılamaya kimin hakkı var ki?
Ünlü Çinli sanatçı Ai Weiwei Almanya’yı şöyle eleştiriyor:’Faşizm, bir ideolojinin diğerlerinden daha yüksek olduğunu düşünmek ve diğer ideoloji türlerini reddederek o ideolojiyi arındırmaya çalışmaktır. Nazizm budur. Ve bu Nazizm bugün Alman günlük yaşamında mükemmel bir şekilde var.’
Savaşın sona ermesinden bu yana, Almanların her zaman sırtını verebileceği başka birileri olmuştu. Savunma ve güvenliği başkalarına; Amerikalılara, NATO’ya ve son olarak AB’ye taşeron olarak yaptırdılar. İstihbarat aktararak, insani görevlere yardım ederek ve önemli oylarda müttefiklerin yanında yer alarak sadık bir yedek rolü oynadılar. Ama ellerini kirletmek zorunda kalmadılar. Almanya korunan çocuktu. Örneğin Kuveyt savaşına 1990’da destek verdi ama askeri harekat yaptırılmadı.
Alman şirketleri erişim açısından küresel olabilirler ama bağlılıkları yereldir. Alman patronlar sosyal olarak bilinçlidir. Almanya ve diğer ülkeler arasındaki büyük fark, buradaki şirket sahiplerinin güçlü bir yerel sadakat duygusu hissetmeleridir.. Şirketini yurt dışına satanlara komşuları saygı duymaz, bir korkak olarak anılırlar. Şirket patronları organizasyonun parçası olmaya çalışır, en iyi birey olmaya çalışmaz. Övünmez. Kullandıkları tabir, demutig yani ‘mütevazı’liktir. Özellikle de şirketleri ve toplulukları sıfırdan inşa etmek zorunda kalan ebeveynlerinin savaş sonrası kuşağıyla karşılaştırıldığında, iyi yaşadıklarını kabul ediyorlar.
Yerel şirketlerin de iyi vatandaşlar gibi davranması gerekiyor. Spor takımlarına ve müzik kulüplerine sponsor oldukları için teşekkür edilmez. Bu onlardan beklenen bir durum. Genel hatlarıyla yerel şirketlere olduğunuz yerde kalın deniyor!
İki istatistik öne çıkıyor. Alman GSYH’sinin yaklaşık yüzde 80’i aile şirketlerinden elde ediliyor. Başarılı küresel Mittelstand (ortak değerlere ve yönetim ilkelerine sahip 50 milyon euro gelir, 500 çalışanı olan dünyanın hiçbir ülkesindekine benzemeyen bir tür KOBİ’ler) şirketlerinin üçte ikisi, elli binden az nüfusa sahip yerlerde ve yerleşiktir.
Batı dünyasındaki diğer birçok ülkede, endüstriyel ve ticari operasyonlar büyük şehirlerde yoğunlaşarak merkezi hale gelirken, Almanya’da gelişmiş imalat, uluslararası katılım ve yerelcilik birlikte hareket ediyor. Almanya’yı diğerlerinden ayıran en önemli unsur daha küçük ölçekli firmalardır. Dünya çapında bu tür 2700 firmanın yarısı Almanya menşelidir.
Alfred Müller ve Armack tarafından ortaya atılan bir terim olan ‘sosyal piyasa’ fikri: Piyasa özgürlüğü ve sosyal korumanın ‘yeni bir sentezi’. Teoriye göre politika üreticileri, daha sonra sosyal adalet adına yeniden dağıtılan maksimum zenginliği üretmesi için piyasaya rehberlik ediyorlar. Ya da başka bir deyişle herkesin bir rol oynadığını hissetmesini sağlıyorlar. Kurumsal yönetişimin kalbinde ortak karar alma mekanizması vardır. Bu büyük şirketlerin denetim kurulu koltuklarının yarısının genellikle sendikalar aracılığıyla seçilen işçi temsilcilerine verilmesi gereği 1976 tarihli yasada yer aldı. Orta ölçekli şirketler söz konusu olduğunda kota üçte birdir. Tıpkı işçilerin yönetim kurulu odasında kendilerini yabancı hissetmedikleri gibi, birçok Alman patron da öğle yemeğini kantinde yemeyi kendine dert etmez.
Almanya’yı diğer yerlerden ayıran özellik liderlik anlayışı, sosyal yapı, eğitim ve uzun vadeli düşünmektir. İmalat ve mühendislik; ihracat; sağlam kamu maliyesi; yüksek beceri seviyesi; sosyal dayanışma… Almanların ekonomide izlediği yol budur.
Almanlar borsaya diğer ülkelerdeki insanlar kadar ilgi göstermez. Son derece düşük ve bazen negatif faiz oranlarından bağımsız olarak sürekli tasarruf ediyorlar. Bu birikimin neredeyse tamamı emeklilik ve hayat sigortasına gidiyor. Ülke nüfusundan daha fazla sayıda,100 milyondan fazla poliçe satın alınıyor. Değer yaratma, yüksek riskli yatırımlardan elde edilmez.
Serbest meslek veya serbest çalışma, Almanlar tarafından riskli olarak kabul edilir ve pek ilgilerini çekmez. Daha genel olarak, birçok insan hizmet sektörüne tepeden bakıyor. Emeklilik yaşı kademeli olarak altmış yediye çıkarken, bazıları altmış dokuz olasılığını tartışıyor.
Gördüğünüz gibi benzer sorunlarımız var. Ama çözüm önerilerimiz, hatta tartışma şeklimiz ve davranışlarımız bile bambaşka!
Almanya’da nüfusun yüzde 15inden biraz fazlası olan yaklaşık on iki milyon Alman, hane halkı ortalamasının yüzde 60’ının altında bir gelire sahip olarak ayda 900 eurodan daha az bir gelirle uluslararası standartlara göre yoksul olarak sınıflandırılıyor.
Almanya’da ‘Önümüzdeki 20 yılda ihtiyacımız olan şey istikrar değil. Son 150 yılda işe yarayan şeyin illa şimdi de uygun olması gerekmiyor.’ diyenler var.
Almanlar aşırı derecede teknik, aşırı derecede müzakereci olabilir, değişimi benimsemekte yavaş olabilirler ancak endüstriyel güçleri, nakit rezervleri ve yüksek vasıflı işgücü, rakiplerini yakalamalarını sağlamasının yanında şu anda geride kaldıkları alanlarda bile eninde sonunda rakiplerini geçeceklerine bahse girebiliz.
2014 yılında eski İngiltere Başbakanı Gordon Brown şöyle diyor: ‘Alman ekonomisini kopyalayamayız veya yerleşik olduğu kültürü nakledemeyiz. Ancak modern çağın yüksek ücretli, yüksek vasıflı en başarılı ekonomisinin üretilmesine yardımcı olan kurumlardan ve politikalardan çok şey öğrenebiliriz. Alman ekonomisine ilişkin en fazla ilham veren şey, izlediği politikalar değil, ekonominin temel aldığı değerlerin uzlaşıdır. Almanya serbest piyasa ekonomisine bağlı ancak kapitalizmin örgütlü ve sorumlu olduğu bir piyasa. Bu ‘sosyal piyasa’ yaygın olarak kabul edilen kural ve uygulamalara dayanıyor: uzun vadeciliği teşvik etmek; işyerinde çatışma yerine işbirliğini teşvik etmek; işverenleri, çalışanlarının becerilerine ve üretkenliğine yatırım yapmaya teşvik etmek ile refahın sadece bir bölgede değil, tüm bölgelerde Almanlar için mevcut olmasını sağlamaya çalışmak.
Almanlar ihtiyaçları olduğunda bir şey satın alırlar. Uzun süre mağazaların kapanış saati hafta içi 18.30, cumartesi günleri ise 14.00’tü. 1990’lardan itibaren, art arda yapılan reformlar kuralları gevşetse de gece alışverişi o kadar popüler değil, müşteri yoksa süpermarketler erkenden kapanabilir ve pazar günleri açılmaz. İşte yine bir farkımız. Sorun hem sosyal hem de ekonomiktir.
Toplumun düzgün biçimde işlemesi için, bireysel sorumluluk ve sosyal katılımın mihenk taşlarına yaslanan insan onuru, özgürlük, demokrasi ve halkın egemenliği gibi değerleri paylaşması gerekir. Toplumsal kulüpler hala günlük yaşamın önemli parçasıdır. Büyük, küçük her kasabada düzinelercesi vardır.
Eğitim sistemi erken seçim yapar. Akademik olarak yetenekli olanlar Gymnasium adlı okula giderler. Hauptschule’ye giden öğrenciler genellikle manuel/teknik işlerde kalırken, Reals schule orta seviyedeki çocuklar için hizmet verir. On veya onbir yaşında bir çocuğun kariyer yolu taşa yazılmamıştır, tabii ki insanlar okulda ve sonrasında yön değiştirebilirler, ancak sistem oldukça kuralcıdır. Eğitim politikası merkezi hükümetten ziyade eyaletlerin sorumluluğundadır. Sistem bölgeden bölgeye değişir. Bazı bölgelerde Gesamtschule adı verilen kapsamlı okullar vardır. Bazı eyaletler özel okullara ılımlı yaklaşıyor ve bu sektör büyüyor.
Daha geleneksel olan Bavyera’da din eğitimi protestan ve katolik olmak üzere iki ayrı yolla verilir. Berlin’in müfredatı daha liberaldir. Cinsiyet eşitliği ve demokrasi bilgisi içerir. Tüm okullarda Avrupa değerleri ve Avrupa birliği okutulur. 2000 yılında PISA sonuçlarının düşük olması Almanya’da şok etkisi yaratmış ve aldıkları önlemlerle sonucu sürekli iyileştirmektedirler. Almanya’daki öğretmenler genellikle iyi maaş alır ve iyi niteliklere sahiptir. Almanya’da okulu bırakanların yarısı mesleki eğitime gider.
Alman üniversiteleri daha az özerktir, daha az finanse edilir ama daha eşittir. Bazıları diğerinden daha fazla ünlüdür. Lig sıralamalarında altta oluşu İngilizce dezavantajındandır. Bu nedenle sıralama metodolojisine karşı çıkarlar. Almanya’da öğrenmenin değeri yüksektir. Öğrenciler lisans, yükseklisans, doktora eğitimlerinden geçerek uzun yıllar öğrenimlerini sürdürülebilirler.
Almanlar gelir düzeylerine göre konut sahibi olma konusunda takıntılı değiller. Çok az insan çocuk sahibi olmadan önce ev satın alır. Bunu anlamsız buluyorlar çünkü kira genellikle karşılanabilir seviyede ve evler gayet bakımlı. Almanya, İsviçre dışında OECD genelinde en düşük ev sahipliği oranına (sahibi tarafından kullanılan birimlerin toplam konut birimlerine oranına) sahiptir.Satın al ve kiraya ver’den elde edilecek karlar hakkında bir konuşma neredeyse yapılmaz. Bu tür para kazanma girişimlerine hevesi olanlar, arkadaşlarına bundan bahsetmeme eğilimindedir, çünkü ayıplanırlar.
Almanlar kültürden, özellikle de yüksek kültürden söz ederken kendilerini rahat hissederler. Politikacıların sanatla ilişkisi Almanya’da sadece hoş görülmüyor; onlardan isteniyor da aynı zamanda.
Açıkçası savaş sonrası Almanya’nın fiziksel olduğu kadar ruhsal olarak da kendini yeniden inşa ettiği gerçeğinin altında bir şeylerin taşıdığı anlama ilişkin çok fazla tartışma yapılabilmesi var. Almanya’da küçük ve orta ölçekli kasabalarda çok sayıda müze, tiyatro ve ünlü konser salonu bulunur. Burada sanat kurumları, birkaç yılda bir ışıkların yanık kalıp kalmayacağı konusunda endişe duymazlar. Birçoğu şirketler ve aileler tarafından fonlanıyor, bu nedenle yöneticileri ve kurulları, ABD, İngiltere ve başka yerlerde olduğu gibi, kaynak yaratmak için büyük bir zaman ayırmak zorunda kalmıyor.
Almanya’da kültürel bir figürün siyasi bir duruş sergilemesi ve hükümet üzerinde etkisi olması tamamen normaldir. Almanya’da siyasi ve edebi alan tartışma zemini açısından zengindir. Fransızlar ve İtalyanlar gibi, Almanlar da aydın figürler konusunda oldukça rahatlar. Geniş sayfalı gazeteleri ve dergileri yıllar içinde (iyi veya kötü yönde) çok az değişirken, titizlik ve zeka, tiraj peşinde koşmaktan daha çok ödüllendiriliyor.
Abartılı gazetecilik, demokrasiyi güçlendirmekten çok bir tehdit olarak görülüyor. Anketler tüm yeni akım çabalara rağmen, geleneksel medyaya olan güvenin Almanya’da benzer konumdaki diğer ülkelere kıyasla daha yüksek olduğunu gösteriyor. Alman siyasi ahlakı uzlaşma ve mümkün olanın yapılması sanatıdır.
Kitap Almanların neden daha iyi yaptığını ortaya koyuyor? Pandemide koca ülkeler bocaladı. İnsanlar çok farklı durumda olan Amerika Birleşik Devletleri ve Brezilya gibi bazı ülkelerin benzer şekilde karizmatik yönetildiğine şahit oldular. Bu liderler ayrışmaları nasıl kaşıyacaklarını biliyorlardı; insanları bir araya getirme konusunda ise daha az becerikliydiler. Birçok Alman, kendi müzakereci siyasi kültürlerini daha sıkıcı olarak eleştiriyordu. Pandemi, onları bir kez daha avantajlarını fark etmeye sevk etti. Almanların savaştan sonra inşa ettikleri ulus duygusu, Nazi mirasının dehşet ve utancından çıkarılan derslere dayanıyor. Aile, sorumluluk ve devletin rolü gibi değerler korunmuştu.
Yavaş ama emin. Alman usulü budur. Kurallara olan obsesif takıntı, bu titiz, tedbirli yaklaşım, savaş sonrası tarihinin dört önemli döneminde yaşanan ani sarsıntılara karşı Almanya’ya koruma sağladı. Nazilerin dehşetinden sonra ülkenin yeniden inşasına yardımcı oldu ve 1949 Temel Kanunu ile ülkeye demokrasiyi yeniden yerleştirdi. 1968’deki protesto hareketinden 1989’da Duvar’ın yıkılışına, 2015’teki mülteci krizine ve Almanya’nın zaten yüzleşmiş olduğu yeni başlayan zorluklarına karşı bir şok emici oldu.
Kitapta röportaj yapılan Almanlar ise pek çok açıdan yaptıklarını daha iyi yaptıkları yönündeki fikre hala katılmıyorlar. Herhangi birine bir ders verebilecekleri fikrinden endişe duyuyorlar. Ama yakın tarihlerini nasıl ele aldıklarına, siyaset yapma alışkanlıklarına, iş yapma biçimlerine, krizleri yönetme şekillerine, birbirlerine ve dış dünyaya karşı tutumlarına baktıkça Almanlar’ın kendinden emin ve yavaş adımlarla herkesten iyi yaptıkları kesin görünüyor. Özellikle de Covid-19 örneğinde gördüğümüz gibi zor zamanlarda, diğer ülkeler için Almanya’nın yönetim ve duygusal olgunluğunu ve sağlamlığını görmezden gelmek biraz safdillik olur!
Ve gelelim başta sorduğum soruya..Yorumlara ‘Türkler Neyi İyi Yapıyor?’ yazmak ister misiniz?
Demet Özdemir'den boşanma iddialarına yanıt